Oda: Bir Performans Sanatı
Biri evime girdiğinde beni tanısın isterim. Ve daha da önemlisi, ben evime girdiğimde kim olduğumu hatırlamak.
Binalarımızdan, bizi adeta psikolojik bir kalıp gibi tutmalarını, kendimize dair faydalı bir bakışı hatırlatmalarını isteriz.
- Mutluluğun Mimarisi, Alain de Botton
Ev, sadece dört duvardan ibaret değildir; aynı zamanda kişisel bir anlatıdır. Eşyalar, renkler, malzemeler... Hiçbir hikâye anlatmıyor gibi görünmeleri bile aslında bir hikâyedir. Örneğin, aynalarımızın boyutu, odada nerede durdukları, kaç tane oldukları. Bunlar rastgele verilmiş kararlar değildir. Hele ki onlara ne kadar süre baktığımız, ne gördüğümüz, ne görmek istediğimiz…
Başucumuzdaki kitap mesela, yanında kalem olup olmayışı… Sayfalardaki kahve lekeleri, altını çizdiğimiz ifadeler. Bizi yakalayan cümlelere tutunmak için olan arzumuzun göstergeleri. “Kimsin sen?” (ve dolayısıyla, “Ben kim olmalıyım?”)
– Alain de Botton, Aşk Üzerine
Dekoratif objelere gelirsek... Sadece güzel oldukları için alınan, seri üretim biblolar. Bazılarının altlarında etiket hâlâ durur. Asıl hikâye: çirkin olmalarına rağmen güzel zamanları hatırlattıkları için sergilediklerimiz. Çünkü insanlar gider ama size verdikleri objeler tüm gün sizi izler. Aldıkları kıyafetler size dokunmaya devam eder.
Sehpa kitapları, coffee table books, yani sergilemek istediğimiz yönlerimiz. Bizim hakkımızda en çok şeyi söylemesini istediğimiz ama en az şeyi söyleyen kitaplar. Sanata dair kitaplarım var mesela; renkli, ciltli, gösterişli. Masamın en ortasında duruyorlar. Asıl eskimiş sayfalar onunkiler olsa da hiçbir zaman defalarca okuduğum gösterişsiz bir kitabı – Nietzsche, Karışık Kanılar ve Özdeyişler – oraya koymam. Yaşamanın yarısı bir performans sergilemek değil mi zaten?
Birini odama almayı bu yüzden hiçbir zaman sevmemişimdir, odamda giyinik olduğumda da çıplak hissederim. Baktıkları her köşede üzerimden bir kıyafet daha eksilir. Performansı bitmiş kuliste kalan bir oyuncu gibi hissederim.